25 Aralık 2008 Perşembe

Ardından..





Gittin,
Bastığın kumsallarda adın silinecek…

Sen uzakken benden uzak kalan arım,
Şimdi daha da aç yeni sevdalara..
Bir ekmek, bir sevda
Ve iki çekimlik Bafra..

Yanında aşkı da götürdüğünden habersiz,
Leyla gibi değil, leylaya ilgisiz düştüğün yollara..

Şimdi merhaba de o sokaklara,
Yeni bir masal dinlerken
Yad dillerden…

Bir mum hatırla geçmiş yıldan.
Sen istemesen de,
Yüreğini her daim bir umut sevdayla parlatacak..

Gözlerinin önüne perde indirdin,
Denizlerle yarışan..
Saçlarına ak düşürdün,
Dalgalarında bir anlam taşıyan..
Adının yanına başka bir ad eklettin
Her yerde yazılı duran..

Gittin,
Bıraktığın yüreklerde şarkın susacak..


Aynı Göğün Ezgisi

21 Aralık 2008 Pazar

Son hazan..




Eridi mum, konuştu karanlık,
Soğuk duvar yalnız,
Öksüz örümcek ağları..

Ne aranan kaldı ne sorulan,
Bu yerlerin göçü erken yol aldı..

Bir şehir terk edilme kıvamına gelmişken,
Kulak memesi sancıların sonunda,
Lise sıralarından kalma kızarıklıklar,
Kızarmış nerede görsen dolandığın dilin…

İlk dönemeçte sensizliği karşıma çıkaran sis yarıkları
Aldatsa da umutlar,
Her şey aslında bir çıkmaz sokağın başındaydı…

İki göz bir nizam,
Her daim hazır kıta,
Bilinçaltında anıları yaşatan,her zaman var olan..

Görmeden göz kamaştıran,
Duymadan mest kılan,
Konuşmadan hayran bırakan,
Sarmadan ısıtan bir hayalin sonu ,
Bu sensiz son hazan..

Aynı Göğün Ezgisi

18 Aralık 2008 Perşembe

DUMAN


Yakar gider bir hasreti.
Geriye kalan,
Masumca sırıtan bir duman..

Ardından bakacak bir iz bırakmadan
İzin derinliğini ıssız köşelerde arayan,
Sanırım bir iz bıraktın, bir duman,
Külünü yüreğinde bırakan..

Sonbaharı yaşayamadan
Hayalini kovalayamadan sarı tarlaların arasında,
Bir ülke kuramadan gittin,
Havada incecik tüten dumanların arasından..

Konusu duman, başlangıcı bir ateş
Yüreğimi yakan durmadan..

Ceylanların yakarışını taşıdığın
İsyankar ruhunu da götürdün..
Martıların batıp çıkması gibi hızlıydı hayat
Acıyı derinden yaşatan ezgilerle savruldun..

Yanmaya ve yakmaya hazır közleri elinle tuttun
Saçlarınla söndürdün,
Rüzgarınla başımı döndürdüğün..

Bir dumanın ardından kayıtsız, katıksız , insafsız yürüyüşün
Mutluluğa çektiğin küreklerde,
Bir tabut tahtasını hissedemeden arkanı dönüşün..

Şimdi git, bu gülüşümü son görüşün..

Aynı Göğün Ezgisi

4 Aralık 2008 Perşembe

Bir aralık..


Bir aralık,
Beklenmedik sancılara uyanırken,
Bir sonbahar çiçeği kokusu.
Tanıdık...

(Bir aralık,
Geçmişte bir anlamı varmış!
Boynundan koparılmış,
Sanki hiç yaşanmamış...)

Bir gece öncesi,
Ömür üreten bir heyecanla sabahı zor ettik,
Meğer o zehiri tatlı diye emdik.
Bir aralıktan gelecek ışık bekledik durduk.

Uzun zamandan beri güneş görmemiş gibi
Görünce elini bile tutamadık
Yanmaktan değil de ,
O ele bir daha tutunamamaktan korktuğumuz için kaçtık.

Bir aralık ,
Geçen sene bu zamanlar
Geçmiyor o günden arta kalan acılar.
Nasıl olsa bir daha gelmeyecek.
Bir söylesen biz beraberken neyi başaramadık.

Mesafeler kısalmıştı,
Bir sandalye yanı kadar yakındık
Uzaktı gözler, sevgiler, gülüşler...
Bir söylesen biz şimdi hangi ömrü yaşamadık.

Bir aralık,
Bir ipi dolamaya çalıştık,
Sevdası da dostluğu da,
Pamuk ipliğine bağlı yaşadık.

Bundan sonraki her aralığı anmak,
Kahverengi kıvrımlarla yaşamak belki,
Acılarla dolu hayallere kokunu taşımak,
Sessiz ve boş sandalyelere uzun uzun bakmakla yetinmek belki.

Bir aralıktan bir ışık bekledik durduk...

Aynı Göğün Ezgisi

26 Kasım 2008 Çarşamba

Sen gelsen yeter...

Bir dağ başı yalnızlığı yaşıyorum yeniden...
Dağ başı yalnızlığı ölümden beter.
Hiç kimse aramasa sormasa beni
Sen gelsen yeter...

Huzur ellerinin güzelliğidir.
Gözlerin karşımda mutluluk denizi.
Her sabah soframızda ekmeğimizi
Sen bölsen yeter...

Yüreğim seninle yaylalar kadar serin
Ne bir çizgi hasret, ne bir nokta gam
Yayla dumanı gibi gözlerime her akşam
Sen dolsan yeter...

Bende çaresizlik sonsuz kördüğüm.
Bende sabır, sende naz...
Gündüzünden vazgeçtim, düşümde biraz
Bir yüz görümlüğü sen olsan yeter...

Duymasa da hiç kimse
Şâir gönlümün, sende karar kıldığını.
Ve içimin şerha şerha yarıldığını
Sen bilsen yeter...

Bir gün duysan bittiğimi, tükendiğimi.
Çıkıp gelsen uzaklardan korkulu ürkek.
Bir incecik dal gibi üzerime titreyerek,
Sen eğilsen yeter...

T.Taliboğlu

20 Kasım 2008 Perşembe

YAĞMUR...


Uzayan yollar,
Taşan umutlar,
Yaşayan acılar gördüm...

Hayalini övdüm,
Kucağında bulutlar,
Dudağında şafaklar gördüğüm resmini..

Yağmurlar hayal ettim,
Kıraç topraklara,
Gül kokan yapraklara,
Gelirsin diye beklediğim sokaklara...

Kıraç bir toprak şu yüreğim
Güllerim solmadan,
Ay doğmadan,
Karanlık sokakların içindeyim...

Bu gece hayallere sığmıyor,
Yağmur kokan ellerin..

8 Kasım 2008 Cumartesi

GERÇEK BİR HİKAYE


********** 

1900'lü yılların başında, Avrupa'nın güçlü devletlerinden olan Fransa, o

dönemin diğer devletlerine haber göndererek yeni bir savaş makinası

bulduklarını ve bu makina ile gösteri yapılacağını, diğer devletlerin bu

davete yetkili 2 askeri üye ile katılabileceklerini bildirirler.Gösteri günü

ortalık mahşer yeri gibi kalabalıktır.Osmanlıdan gösteriyi izlemeye gelen

sadrazam ...........paşa(ismini tam hatırlayamıyorum) ve yanında genç bir

subay vardır.Gösteri başlar, herkezin şaşkın bakışları altında hava yükselen

bir makina havada sortiler yapmakta belirlenmiş hedeflere ateş

etmektedir, evet, bu ilk savaş uçağıdır.Derken, uçak yere iner,pilot kendisi

ile havalanacak bir gönüllü ister,tabi herkes korku içinde kimse cesaret

edemez ve Osm.paşasının yanındaki genç subay bir Türk cesurluğuyla

hemen öne çıkar -ben gönüllüyüm der.pilot genç Türk subayını giydirir ve

uçağa götürür,tam bineceklerken Osm.paşası genç subayı kolundan tutar ve

--sen in ,der.Subay nedenini sorunca-- içimde kötü bir his var der.bunun

üzerine uçağa başkası biner uçak havalanır ve yere çakılır.

Evet o gün o Osmanlı paşası o genç subayın kolundan çekipte uçaktan

indirmeseydi, bugün ÇAĞDAŞ TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KURUCUSU MUSTAFA

KEMAL ATATÜRK OLMAYACAKTI
.Genç subay O idi.


 
Sunay AKIN' dan alıntıdır


***********


5 Kasım 2008 Çarşamba

BELİRSİZLİK...

Bir yol vardı karanlıkta,
Sadece karşı kaldırımdan kurulabiliyordu hayaller...
O zamanlar da durdurup sarılamazdım
Peşindeyken, çiçek kokulu hayallere..

Zaman ayırsa da yüreğim hep aynı yerde
Aynı şeyin peşindeydi..
Daha yakınım şimdi,
Anıların kol gezdiği tesadüflere..

Artık yakın gelen herşey,
Bir bulutun içinde,
Yağmuru beklerken gürültüsü uyutmuyor
Yangın gecelerde...

Bir oda içinde, bir çiçek kokusu yayılıyordu...
Çiçeğe dokunabilecekken birşey engel oldu,
Belki istenmeyen bir bakış,
Ya da eskiden kalma yakarış...

Başa düşen sessizlik,
Sessizce düşünülen sensizlik.

Ne sorulacak soru,
Ne de gerçeği yakalayacak akıl kaldı.
İşte hepsi tek kelimeyle, belirsizlik..

                                 Aynı Göğün Ezgisi

31 Ekim 2008 Cuma

GÜNEŞ..



Bilmem söylemişmiydim daha önce,
Güneşi sende gördüm ben...

Güneş , dedim adına,
Adın kadar gizliydin
Evrende ulaşılamayan uzaklarda...

Güneş kadar yakındın bana,
Yaklaştıkça yaktın hep,
Vurgun zamanlarımda...

Güneş kadar gerekliydin sevda topraklarıma,
Oysa kurak bir yürek bıraktın ardında.
Ve günebakan çiçekleri soldurdun,
En yararlı zamanlarında...

Ben bir yıldız gibi gecelerdeydim hep,
Aslında güneş de bir yıldızdı geceleri görünmeyen,
Sonraki sabahın hatrına..

Ve bir sabah ansızın,
Güneş gibi doğacaktın gri ufuklara..
Ama sen gri bir bulut olmayı tercih ettin
Yaşananlara inatla..

                                                          
Aynı Göğün Ezgisi

19 Ekim 2008 Pazar

BOZKIR

Sessiz bir bozkır,
Ay ışığı titrek..

Yağmurdan ırak yar tenine hasret…
Yine uzayan yollar,
Bir dağ engel olmaya,
Gurbet sensiz kalmaya aşina..

Sessiz bir bozkır,
Ay ışığı titrek..

Titrek sarılmalar, savrulan başaklar titrek..
Korkarım bitmiyor,
Ve hiç bitmeyecek bu hasret türeten yollar..

Seher ayazı, harman yelinde..
Sarı yazmasıyla karışık saçı,
Çatlak topraktan bozmasıyla barışık elleri,
Hep bu kadınlar tanık oluyor
Habersiz, zamansız olsa da
Yollara, yolculuklara, sevdalara..

Sessiz bir bozkır,
Ay ışığı titrek..

Ne yol biter bu vakit,
Ne bu yarin sevgisi gerçek..
İki çift göz bekler,
Ya geldi Ya gelecek…

Gör ki bu çile bitecek..

                      Aynı Göğün Ezgisi

14 Ekim 2008 Salı

BİR GÜN



Bir gün, bir çiçek konuşacak
Ve altındaki toprağa sevdasını anlatacak her gün..
Bir ırmak  karşılaştığı ilk uçurumda
Önce bir düşünecek ve evet, diyecek,
Varım bu maceraya..

Bir gün, bir yaprak,dalının kıymetini bilip
Hemen bırakıp düşmeyecek hazanda
Ve sarardıkça dalına tutunacak..
Bir bulut, yağmura neden olduğunun farkına  varacak, 
Hep maviyle poz verecek ve gülümseyecek,
Pembesinden kurtulup beyazlaşınca..

Bir gün, ay durup etrafına bakacak,
Ve kendisine en çok parlayan,
Bundan hiç  vazgeçmeyen yıldıza
Aşık olacak..
Güneşse  yeryüzündekilerin kıymetini bilip,
Sayesinde mutlu olanları öperek kucaklayacak..

Ve bir gün biterken
Hayaller, umutlarla gerçekleşmeye nikahlanacak..


                                                 Aynı Göğün Ezgisi

6 Ekim 2008 Pazartesi

GAZİ OLMA ANI...


Hava o kadar sıcaktır ki beyninizdeki sıvının buharlaşıp uçtuğunu zannedersiniz.

Oluştuğu anda kuruyup giden ’ter damlacıklarından’ geriye kalan tuzlar, yüzünüzün ve elbisenizin her yanını kaplamıştır.
Avucunuzun içindeki ter, yüzünüzdeki gibi kolay kurumadığı için elinizdeki tüfeğinizin ****l kısmı avucunuzun içinde vıcık, vıcık oynar.
Ter ile ıslanan ’çeliğin’ kokusu, avucunuzun içine elinizi sürdüğünüz her yere siner.
Önünüzdeki arkadaşınızın, ayağının kuru toprakla her temas edişinde çıkan toz, ağzınızın kurumasına ve zor nefes almanıza sebep olur.
’Sırt çantanızın’ askı kayışları yüzünden, omuzlarınızı hissetmezsiniz.
Bastığınız her taş parçası, her dalı ve ayağınızın kapladığı her yerden çıkan sesi duyarsınız.


Yürüdüğünüz yerdeki her Ağustos böceğinin sesini, dallardaki kuşları, yüzünüzün etrafında ürkütücü devriye uçuşları yapan arıların kanat seslerini, ağzınıza ve yüzünüze ya da herhangi bir yerinizdeki küçük yaraların üzerine konmaya çalışan sineklerin vızıltılarını, bastığınız yerden havalanan çekirgenin küçücük cüssesine çıkardığı tok kanat sesini en ince ayrıntısına kadar duyarsınız.
Sonra, kendi teçhizatınız ile ve arkadaşlarınızın teçhizatlarının çıkardığı düzensiz seslerin her birini ayrı ayrı duyarsınız.
Telsizinizden çıkan seslerin ve cızırtıların her biri ayrı ayrı katılır bu senfoniye.
Ter ve tozun birleşmesinden oluşan kaygan çamur, postalın içindeki tüm ayağınızı kaplamıştır, çoraplar önce su toplayıp sonra patlayan yerlere adeta bir deri gibi yapışmıştır.


En çok yapmak istediğiniz şey ayaklarınızı yıkayıp, çoraplarınızı değiştirmektir, ama bu çok büyük bir lükstür o anda.
Çünkü hangi çalının dibinde, hangi kayanın arkasında sizi beklediğini bilmediğiniz ’ihaneti’ arayıp bulmanız ve yok etmeniz gerekmektedir.

Öğretmenler ’bayrak direğine’ asılmasın diye, ’kundaktaki bebekler’ kurşunlanmasın diye, binlerce yıllık ’emanete halel gelmesin’ diye kahpeliğe karşı mücadele etmeniz gerekmektedir.
Çünkü bunun için ’bayrağın’, ’silahın’, ’namusun’ ve ’şerefin’ üzerine yemin etmişsinizdir.
Çünkü önemli olan ayağınız değil, ’ülkeniz’, ’bayrağınız’ ve ’onurunuz’dur.
İşte bu yüzden lükstür ayak yıkamak, çorap değiştirmek. İşte bu yüzden ’senfoniye’ dönüşmüştür bütün o düzensiz sesler gurubu.


Sonra birden tüm sesler kesilir, bıçağın dalı kestiği gibi, makasın kâğıdı, pensenin bir hoparlör kablosunu kestiği gibi... Bir anda... ’Kuşların sesleri’, ’arıların ve sineklerin vızıltıları’, ’çekirgenin kanat sesleri’, hepsi bir anda biter.
Gözlerinizi açtığınızda önünüzdeki arkadaşınızı değil, gökyüzünü görürsünüz, yere düşmüş olduğunuzu anlamanız birkaç saniye sürer.
Tek hissettiğiniz kesif bir ’barut’ ve ’yanık et’ kokusudur, yüzünüzün toprak parçalarıyla kaplandığını fark edersiniz, temizlemeye çalışmazsınız.
Arkadaşlarınızın ‘bağırarak koşuşturduğunu’ görür ama kulağınızdaki çınlama ve uğultudan seslerini duyamazsınız, ‘ayağa kalkmaya’ çalışırsınız ama başaramazsınız.
Birkaç saniye sonra ’mayın’ kelimesini ayırt eder ve bacağınızdaki keskin ağrıyı fark edersiniz.


Ayağınız yoktur artık, ama yine de ağrıdığını hissedersiniz.
Ne olduğunu anlamak için baktığınızda ise parçalanmış pantolonunuzun ve ’kopmuş ayağınızın’ farkına varırsınız.
İşte her şey o anda başlar.
Avazınız çıktığı kadar bağırırsınız.
Sonra, nefesiniz biter.
Sonra, yeniden nefes alırsınız ve yeniden bağırmaya başlarsınız.
Sonra nefesiniz biter ve yeniden, ve yine...
Yanınıza ilk gelen arkadaşınız size, “Fazla bir şey yok, sadece küçük bir yara” gibi telkinlerde bulunmaya çalışır.
Ama siz arkadaşsınız konuşurken de, helikopterle hastaneye götürülürken de artık ’bir ayağınızın olmadığını’ biliyorsunuzdur.

27 Eylül 2008 Cumartesi

SEYDUNA ile ŞAHRUD...


(Yitik öyküdür)

Tarihten iki ayrı coğrafyaya damlayan

İki ayrı yürekte durmadan kanayan

Seyduna’yla Şahrud

Yüreklerin akarken bıraktığı izi

Birbirlerinin gözlerinde aradılar.

Yoktu.

İki iklim farkıydılar

Ne zaman göz göze değseler

Yangın çıkmayacak denli uzaktılar.

Yalnızca aynaların dökülen sırrına yansırdı

Üçüncü bir kente düşmüş suretleri



Şahrud gökyüzü geliniydi.

Yüzüne bulut inse dolardı masal gözleri.

Bir solukluk rüzgarda bile

Usul usul kanardı gelincik bedeni.



Seyduna yeryüzü cehennemi.

Ölüm, çağrılı uçurumlarda sınardı sevdasını

Yalnız ufuk çizgisinde buluşurlardı,

Onu da güneş günde iki kez ateşe verirdi.



İki iklim ayrıldılar.

“Ya Şahrud!” dedi Seyduna

“Gözlerime mermi diye sevdanı sürdüm.

Ardına bakma, gözyaşımla vurulursun.

Su gibi git.”



Şahrud’un yüzüne keder mayın gibi durdu.

Ve zaman gözlerinin su yeşilinde kuruldu.

Hüzün bir Buda heykeli gibi çırılçıplak,

Yüzlerine oturdu.



Rivayet odur ki,

Şahrud vardığı denizlerde hala

Seyduna türküleriyle uyanmakta,

Seyduna, Şahrud’un gözlerinden kalan

Masalla yaşlanmakta

"""

Biliyorum sen yine parmak uclarında üşüyorsun.
Aramızda kıvrılıp yatan uzaklığa inat
Ayaklarınla kasıklarımın kasırgasını
Ellerinle yüreğimde yaktığın ateşi düşlüyorsun.
Sularımız sızıp karışıyor ay karanlıkta
Ve cırılcıplak bir ırmağa dönüşüyoruz yatağımızda..
Apansız pencerende gülümsüyor güneş ne güzel.
Bütün parmakların tıkır tıkır işliyor
İştahla biliyorsun yaşamaktır aşk
Geceyle gündüzün sesziz gecişimidir bir uyku boyunda.
Delice bir yangın parmaklarının buzulunda
Ah şahrut!her yerimiz nasıl da şaşırıp kalmaya istekli.

"""""

21 Eylül 2008 Pazar

KARDELEN ÇİÇEĞİ



 

Kardelen çiçeği, etrafındakilerin dostlarının anlatımıyla güneşe aşık olur.
Aslında hayatında güneşi hiç görmemiştir.
Çünkü bilir ki güneşi gördüğü an canından olacaktır.
Ama bu aşk içinde öyle büyür öyle büyür ki artık dayanılmaz bir hal alır ve Allah'a dua eder,
"bana bir defacıkta olsun güneşi görmeyi nasip et" diye.
Ve bir gün dayanamaz, Allah'ın huzuruna çıkar ve şöyle der;
"Allahım güneşi görmem için bana izin ver."
Allah'ta ona şöyle seslenir;
"Ey kardelen bilmez misin ki sen narin bir çiçeksin ve güneşle karşılaştığın an canından olabilirsin. İyi düşün sana 2 gün mühlet veriyorum, ya güneş ya canın ."
Kardelen yüce rabbinin huzurundan ayrılır ve düşünür.
Ama içindeki güneş sevdası adeta onu içten içe kemirir.
2.günün sonunda Rabbinin huzuruna çıkar ve şöyle der;
"Bu aşk beni öyle büyüledi ki güneşi görmek için can atıyorum.
Allah'ta ona;
"Cesaretini taktir ederim ey kardelen ama bir yandan da
üzülürüm,çünkü canından olacaksın." der. ve kardelen güneşi görmenin aşkıyla tutuşurken
karın üstüne çıkmaya karar verir. Tam o beyaz karın içinden kafasını
çıkardığı an güneşi görür,ama ona daha önce söylendiği gibi
canından olur.

Bu olay herkesin kalbinde yer eder.Herkes çocuklarına ve torunlarına
bu olayı anlatır,nasihatte bulunurlar.

"Eğer günün birinde aşık olursan,birini çok seversen KARDELEN gibi cesaretli ol.

Eğer KARDELEN kadar cesaretin yoksa

Sakın Aşık olma!!!

Derler.

13 Eylül 2008 Cumartesi

YALNIZLIĞA ALIŞMALI...



  • Bavulları hep toplu durmalı insanın...

    Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı...

    Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vazgeçmeli...

    İhanetlere, terkedilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı...

    Yalnızlığa alışmalı...


    * * *


    Çünkü "omuz omuza" günlerin vakti geçti. Dayanışma... günümüz borsasının değer kaybeden hisse senet­lerinden biri artık...

    Bireyin keşif çağı, geride kırık dökük yalnızlıklar bıraktı.

    Terörün bile bireyselleştiği çağdayız. Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil; zaman, tek başına dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır.


    * * *


    İşte o yüzden alışmalı yalnızlığa...

    Sokaklar dolusu ıssızlıkla başbaşa yaşamayı göze almalı insan... Güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı... Hüzünlü bir şarkıyla paylaşılan gecelerde başım dayayacak bir omuz arama huylarından vazgeçmeli... Sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı...

    Romanlardan yalnızlığı yücelten paragraflar asmalı evin en görünür duvarlarına...

    "Yalnızlık paylaşılmaz/ Paylaşmılsa yalnızlık olmaz" dizeleriyle başlamalı güne...

    Telesekretere "şu anda size cevap verebilecek kimse yok" denmeli, "... belki de hiçbir zaman olmaya­cak..."

    Cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı...


    * * *


    Oysa sessizlik haksızlığa alkıştır.

    Haklılığın onuru yaşatır insanı... Susmanın utancı öldürür.

    O yüzden en sessiz gecelerde ''doğruydu, yaptım"la teselli bulmalı insan...

    Feryada komşuların yetişmemesine, soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı... Kendiyle he­saplaşmaya çalışmalı...

    Gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye, kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır ol­malı...

    Hep başını alıp gidebilecek kadar cesur, ama hep kalıp savaşacakmış kadar gözüpek olabilmeli...

    Sessizliği, sese dönüştürebilmeli...


    * * *


    Ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan...

    Yollarla barışmalı...

    Yalnızlığa alışmalı...



    can dündar





1 Eylül 2008 Pazartesi

BURSA NUTKU

Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek; ama hiçbir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek” Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haklı ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.” İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!

Gidenler…


Geçmişten beri hep hüzünle başlamıştır vedalar,
Sonu da hep bellidir;
Anılara özlem ve gidenin ardında kalan
Gri ufuklar..

Arkasına bakmadan bırakıp gidenler
Hep suçludur, derler..
İnfazı bir çift bedduayla gerçekleşmiş
Ve boynunda acıdan ilmikler ve titreyen kemikler..

Bir kış hatırasını, yazları serinlemek için kullandım
Avunulacak bir tek şey kalmadı geriye
Sevginden geriye kalan umutlarım, anılarım
Ve bunların imkansız sonuçları…

Yollar hep kucak açtı tükenmiş hasretliklere
Asfaltlar sensizliğe yol açtı ve ilk molada acı gerçeklere..
Yolun sonu zaten görünüyordu
Aşağısı da yukarısı da





Sonlar...



Uzun bir yolun sonuna mı geldim,
Yoksa bu sona dayanamayacak bir halde miyim
bilmiyorum...
Filmlerde filmi seyredeni mutlu eden sonlar,
Aslında oynayanın içindeki asıl filmi yansıtmaz çoğu zamanlar...

Hep somut sonlara hedeflendiğimiz,
Fakat sonuna yetişemediğimiz hayallerin peşindeyken bu aralar,
Bir imkânsızlık girdabında,
son çare;
kendimi avuttuğum yalanlar…

Hayatın gerçek gerekleri,
İnsanın gerçek dileklerini alt ettiği bir anda,
Aslında her şey şu sözde bir anlam arar:
Ardımdan sevdalar gözü yaşlı bakar,
Ne aklımda bir hayalin kalır,
Ne de çiçekli bir bahar…



HOŞ GELDİN ZİYARETÇİ...

  

kayseri meydan sabah saatleri

kayseri meydan sabah saatleri