
Hava o kadar sıcaktır ki beyninizdeki sıvının buharlaşıp uçtuğunu zannedersiniz.
Oluştuğu anda kuruyup giden ’ter damlacıklarından’ geriye kalan tuzlar, yüzünüzün ve elbisenizin her yanını kaplamıştır.
Avucunuzun içindeki ter, yüzünüzdeki gibi kolay kurumadığı için elinizdeki tüfeğinizin ****l kısmı avucunuzun içinde vıcık, vıcık oynar.
Ter ile ıslanan ’çeliğin’ kokusu, avucunuzun içine elinizi sürdüğünüz her yere siner.
Önünüzdeki arkadaşınızın, ayağının kuru toprakla her temas edişinde çıkan toz, ağzınızın kurumasına ve zor nefes almanıza sebep olur.
’Sırt çantanızın’ askı kayışları yüzünden, omuzlarınızı hissetmezsiniz.
Bastığınız her taş parçası, her dalı ve ayağınızın kapladığı her yerden çıkan sesi duyarsınız.
Yürüdüğünüz yerdeki her Ağustos böceğinin sesini, dallardaki kuşları, yüzünüzün etrafında ürkütücü devriye uçuşları yapan arıların kanat seslerini, ağzınıza ve yüzünüze ya da herhangi bir yerinizdeki küçük yaraların üzerine konmaya çalışan sineklerin vızıltılarını, bastığınız yerden havalanan çekirgenin küçücük cüssesine çıkardığı tok kanat sesini en ince ayrıntısına kadar duyarsınız.
Sonra, kendi teçhizatınız ile ve arkadaşlarınızın teçhizatlarının çıkardığı düzensiz seslerin her birini ayrı ayrı duyarsınız.
Telsizinizden çıkan seslerin ve cızırtıların her biri ayrı ayrı katılır bu senfoniye.
Ter ve tozun birleşmesinden oluşan kaygan çamur, postalın içindeki tüm ayağınızı kaplamıştır, çoraplar önce su toplayıp sonra patlayan yerlere adeta bir deri gibi yapışmıştır.
En çok yapmak istediğiniz şey ayaklarınızı yıkayıp, çoraplarınızı değiştirmektir, ama bu çok büyük bir lükstür o anda.
Çünkü hangi çalının dibinde, hangi kayanın arkasında sizi beklediğini bilmediğiniz ’ihaneti’ arayıp bulmanız ve yok etmeniz gerekmektedir.
Öğretmenler ’bayrak direğine’ asılmasın diye, ’kundaktaki bebekler’ kurşunlanmasın diye, binlerce yıllık ’emanete halel gelmesin’ diye kahpeliğe karşı mücadele etmeniz gerekmektedir.
Çünkü bunun için ’bayrağın’, ’silahın’, ’namusun’ ve ’şerefin’ üzerine yemin etmişsinizdir.
Çünkü önemli olan ayağınız değil, ’ülkeniz’, ’bayrağınız’ ve ’onurunuz’dur.
İşte bu yüzden lükstür ayak yıkamak, çorap değiştirmek. İşte bu yüzden ’senfoniye’ dönüşmüştür bütün o düzensiz sesler gurubu.
Sonra birden tüm sesler kesilir, bıçağın dalı kestiği gibi, makasın kâğıdı, pensenin bir hoparlör kablosunu kestiği gibi... Bir anda... ’Kuşların sesleri’, ’arıların ve sineklerin vızıltıları’, ’çekirgenin kanat sesleri’, hepsi bir anda biter.
Gözlerinizi açtığınızda önünüzdeki arkadaşınızı değil, gökyüzünü görürsünüz, yere düşmüş olduğunuzu anlamanız birkaç saniye sürer.
Tek hissettiğiniz kesif bir ’barut’ ve ’yanık et’ kokusudur, yüzünüzün toprak parçalarıyla kaplandığını fark edersiniz, temizlemeye çalışmazsınız.
Arkadaşlarınızın ‘bağırarak koşuşturduğunu’ görür ama kulağınızdaki çınlama ve uğultudan seslerini duyamazsınız, ‘ayağa kalkmaya’ çalışırsınız ama başaramazsınız.
Birkaç saniye sonra ’mayın’ kelimesini ayırt eder ve bacağınızdaki keskin ağrıyı fark edersiniz.
Ayağınız yoktur artık, ama yine de ağrıdığını hissedersiniz.
Ne olduğunu anlamak için baktığınızda ise parçalanmış pantolonunuzun ve ’kopmuş ayağınızın’ farkına varırsınız.
İşte her şey o anda başlar.
Avazınız çıktığı kadar bağırırsınız.
Sonra, nefesiniz biter.
Sonra, yeniden nefes alırsınız ve yeniden bağırmaya başlarsınız.
Sonra nefesiniz biter ve yeniden, ve yine...
Yanınıza ilk gelen arkadaşınız size, “Fazla bir şey yok, sadece küçük bir yara” gibi telkinlerde bulunmaya çalışır.
Ama siz arkadaşsınız konuşurken de, helikopterle hastaneye götürülürken de artık ’bir ayağınızın olmadığını’ biliyorsunuzdur.